top of page
ZEYNEP BIYIK
“İç Deney”, “Çıplak Hayat” ve Yeni Tür “Bio-politikalar” Eksenli, Devlet ve Cemaat Yapılarının İncelenmesi
21. yy’ın ilk on yılının sonlarına doğru, Türkiye’de başı kesilerek öldürülen bir kızdan bahsederek makaleme başlamak istiyorum. Henüz kamuoyunu meşgul eden bir olay olduğu için, herkesçe bilindiğini var sayarak konunun detaylarından bahsetmeyeceğim. Davanın henüz tam anlamı ile çözülmemiş olmasını da göz önünde bulundurursak, ortaya atılan iddalar üzerinden bir takım yorumlar yapmak durumunda kalacağım. Elbetteki, buradaki en önemli nokta, davanın taraflarından olan, kızın babasının ortaya attığı idaadır. Kızının bir ayin sırasında kurban verildiğini söylemektedir. Durum öyle olsun yada olmasın, sonuç olarak ortada vahşice işlenmiş bir cinayet bulunmaktadır. Ayrıca son yıllarda işlenen cinayetler, özellikle 2009’un Mayıs ayında artan bir ivme göstererek fazlalaşmıştır. Şiddet toplumumuzda, ne ilk ne de son kez bu şekilde fazlalaşmıştır, ancak burada dikkat çekilmesi gereken nokta bu şiddetin kime yönelik olduğu ile birlikte nedenleridir de.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 60’larda başlayan darbeler döneminde de şiddet eylemlerinin sokaklara taştığından bahsedilebilir. Ancak bu iki dönemde görünen olayların tarafları, sebepleri ve sonuçları; şimdiye göre daha okunabilirdir. Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte egemenin ihtiyaç duyduğu birleştirici bir şiddetten bahsedilebilir. Bu egemenliğin yasa yolu ile sağlanabilmesi için, hukukun şiddete, şiddetin de hukuka dönüşebileceği; Agamben’e göre “kayıtsızlık alanı” olarak nitelendirilen durumdur. Darbeler döneminde ise kışkırtılmış ve hazırlanmış bir şiddet yapısı karşımıza çıkar. Bu da egemenin kendi içerisinde bulundurduğu şiddeti dışarı çıkarması yolu ile olur. Yine Agamben’e göre demokrasilerde istisnai durumlar –yasanın ve hukukun askıya alındığı olağanüstü haller- yaratmak her zaman egemenin içinde bir yerde durur ve bu hakkı istediği gibi kullanabilir. Oysa şu anda yaşananlar, toplumun nevrotik durumlarına gönderme yapmaktadır. Toplumunda biriken gerilimin yanı sıra, ekonomik ve sosyal sorunlar da insanları uç noktalara götürüyor gibi görünmektedir. Artık şiddet içsel nedenlerle ve dışarıdan anlaşılması güç, fakat her zaman her yerde karşımıza çıkmaya hazır bir duruma gelmiştir. Öznesini ve nesnesini kaybetmiş, nedensellikle bağını koparmış bir hale doğru sürüklenmektedir. Post-modern toplum yapıları içerisinden bakıldığında ise, burada dikkat çekilmesi gereken iki olgudan bahsedilebilir; mimetizm krizi ve egemenin şiddet gücünü kendi bedenine indirgeyen bireyin eylemlilik hali.
George Battaille’ın Erotizm adlı yapıtında yeniden ve çok açık bir biçimde dile getirdiği hali ile; şiddetten yer yer işin tuzu biberi, modernliğin körelmiş duyularını uyandırabilecek tek öğe gibi söz ettiği doğrudur. Ama yer yer de, bunun uç noktaya varmış bir ifade olduğu ve yozlaşmış estetizmin ötesine gittiği söylenebilir: “Yasaklar şiddeti bertaraf ediyor; bizim cinsel güdülerden ileri gelen şiddete dayalı hareketlerimiz ise bizde, insan bilincinin varlığı için vazgeçilmez olan iç huzurunu yok ediyor.”[1]
Cinsel dürtülerin sadece bir neden olduğu düşünülürse, insanın kendine yarattığı kimlik etrafında gelişen olayların temelinde yatan, ötekini taklit etmek durumudur. Taklit edilen kişi, olay ya da grup tamamen kişinin özellikleri dahilinde, yönelmiş olduğu eylemlerin ve bu eylemleri meşru kılan kitlenin –cemaatin- birer yansıması niteliğindedir. Bataille’ın bahsetmiş olduğu iç huzur, esrime halinden etkilenen bir konumda bulunur ve kişinin esrime durumunda bulunması ile tamamen yok olmuş olabilir. Eğer esrimenin sonucu olan eylemler, kötülük dediğimiz şeyin doğmasına neden oluyorsa ve bir başkasına zarar verme söz konusu ise, iç huzurun da bu esrime halinden çıkış ile birlikte nasıl bir hasar aldığı anlaşılabilir. Ancak bu farkındalık birey tarafından gerçekleştirilemez. Kişi çevresinin de onayı ile eylemlilik halini devam ettirecektir –yazının başında bahsetmiş olduğumuz adli olayda, kurbanın üzerinde bulunan kan lekelerinin tek kişiye ait olmadığı bilinmektedir-. Bu durum da gösteriyor ki eylem, kollektif bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kişi bu birliktelik fikrinden güç alsada, mimetizm krizinin başlangıç noktası olarak, yine digital iletişim çağı sorumlu tutulmaktadır. Bu tür vahşet eylemlerinin örnekleri, bireylere internet yolu ile ulaşmaktadır. Yani temelinde sanal olan bir özneden bahsedilmektedir. Gerçeklik algısının tamamen şaibeli olduğu bu durumda bile, bireyin kendi iç şiddetini beslemesi için bir engel bulunmamaktadır. Bu da akla, taklit etme halinin ilk olarak ‘sanal’ olan ile başlamamış olduğunu getirir. ‘Toplum’un aile yapıları, burada birincil sorumlu olarak görünmektedir.
R. Girard’a göre “Kurban sunumunun işlevi, iç şiddeti yatıştırmak, çatışmaları önlemektir. Ne var ki, tam anlamıyla bir kurban geleneği bulunmayan modern toplumlar onsuz yapmayı da gayet iyi başarmaktadırlar; iç şiddet yok değildir kuşkusuz, ancak hiçbir zaman toplumun varlığını tehlikeye düşürecek ölçülerde patlak vermemektedir.[2]” Bu iki farklı görüş, bir tarafta şiddet eylemi yüzünden iç huzuru yok olan insanı, diğer tarafta ise kurban edimi sonunda –sadece cinayet olarak algılanmamalı- iç şiddetini yatıştıran insanı karşı karşıya getirir. İçinde yaşadığımız Müslüman toplumda kurban verme olgusu tamamen din ile kuşatılmış durumdadır ve ritüelsel olarak inançlı olma halinin bir göstergesi olarak tasarlanmıştır. Din dışında kalan kitleleri kapsamamaktadır. Ayrıca iç şiddetin atılması bağlamında düşünüldüğünde de inançlı olan herkes için bu işlevi yerine getirmesinin beklenmesi doğru değildir. Oysa insan kurban edilmesi yani cinayet olaylarında iç şiddetin ani bir boşaltımı söz konusudur. Bu da doğrudan iç huzuru etkiler yada failin iç huzuru zaten çoktan bozulmuş durumdadır. R. Girard’ın naif söylemlerinin yanında, aileden gelen şiddet eylemlerinin taklit edilmesi meselesi, büyütülen çocukların iç huzurlarının zedelenmesi ve kendi iç deney ortamlarında sağlıklı sonuçlara ulaşamamaları da düşünülmelidir. Modern toplum, kurban geleneğinden vaz geçmek niyetinde görünmemektedir. Şiddet, iç deney(imlemeleri) insan doğası ve toplum ile çelişki yaratacak şekilde etkilemektedir.
Ancak burada patolojik olarak ortaya konması gereken bir takım olgular da bulunmaktadır. Eğer şiddet eylemlerinde bulunan insanların hastalıklı durumları söz konusu ise, bunların şiddet eyleminin olası sonuçlarından sorumlu tutulması, modern hukuk ve ahlak sistemi içerisinde geçerliliğini yitirmektedir. Bunun da nedeni, bu hastaların hukuk tarafından verilen cezanın ehemniyetini zaten algılayabilecek halde olmamalarıdır. Ancak yine de toplumdan uzaklaştırılmaları ön görülür ve kabul edilebilecek tek ceza bu olarak görünmektedir. Fakat, bahsetmiş olduğumuz adli vaka gibi uç örneklerde, zarar gören ve ceza alan yanlızca taraflar olmamaktadır. Toplumun vicdanında yaratmış olduğu duyarlılık, onun iç huzurununda da hasarlar meydana getirmektedir. Arkaik toplumlarda, kurbanlık eylemi, farklı sepebler ile oluşan gerilimleri boşaltmak amacı ile kullanılırken, modern toplum için kurban bu gerilimi arttırıcı bir olguya dönüşmüştür ve buna bağımlılık giderek artmaktadır. Bios’ta gerçekleşen yeni bir tür kollektif eyleme ihtiyaç duyulmaya başlanır. Şiddet ile beslenen toplum, aynı zamanda şiddeti sıradan hale de getirmektedir.
Ancak toplum, kendisini anlamlı kılmak adına yaptığı her türlü eylemin, en uç noktalarına dair her zaman birşeyler söyleyecek durumda bulunamamaktadır. Özellikle modernite içerisinde karşılaşılan bir çok kriz, insanlığın hala çözemediği bir çok tartışma yaratmıştır. Neden böyle olduğu, niçin ‘kötülük’ eyleminin alanlarının bu şekillerde belirlendiği sorusuna kimse, etik yada ahlak içerisinden bir cevap verememektedir. Verilen cevaplar ise toplumun bütününü kapsayamamaktadır. Bu soruna, Agamben’in tekillik kavramı içerisinden çıkış aranabilir; ancak o zaman da cümleden ‘toplum’ kavramı çıkartılmalıdır. Çünkü Agamben’in bireysellik yada kimlik oluşumlarını karşılamak üzere oluşturduğu kavram olan tekilliklerin toplamı toplumu meydana getirmemektedir, tekillikler ancak ortak fayda –çıkar- eksenli cemaatler yaratacaklardır. Toplumun var olmadığı, zoe ve bios’un alanının oldukça şeffaflaştığı durumlarda ise cemaat bize nasıl bir çıkış noktası gösterebilir? Cemaat içinde düşünüldüğünde, toplumun ahlak kuralları doğrudan cemaate için de geçerli kılınabilir mi?
Ancak burada karşımıza çıkan asıl mesele, Agamben’in ortaya koymaya çalıştığı cemaat fikrinin –coming community-, bizim anladığımız ve içinde yaşadığımız ülkede var olan şekilden çok farklı olmasıdır. Agamben için cemaat bios ve zoe’nin birlikte ve bu iki alanın oluşturduğu tüm ayrımların tek bir payda da düşünüldüğü bir yapıdır. Ortak çıkarları olan bu grupların yaratılması belli amaçlar doğrultusunda olduğu müddetçe, yani belli bir çerçeve çizildikten sonra cemaate katılım söz konusu ise, bu gerçek bir cemaat fikrinden oldukça uzaktır. Bu nedenle bizim bildiğimiz cemaat sözcüğünü daha yapay ve istemli olarak nitelendirmek gerekir. Oysa ki, Agamben anlamında cemaatlerin, konumları, kuruluşları ve devamlılık göstermesi yada dağılması gibi konular raslantısal olarak gelişmektedir. Asıl önemli olanın kişisel deneyimlerin kimlik gelişiminde rol oynaması meselesidir. Bu da doğrudan cemaatlerin evrilebilecekleri, gelişip değişebilecekleri yönünde bir ip ucu vermektedir. Ayrıca, cemaatsal yapılar içindeki kurumların da işleyişi doğrudan cemaat ile bağlantılı olacağından, bu kurumların şu anki bürokratik işlemlere saplanmış yapılardan daha sağlıklı işleyeceği düşünülmektedir. Bahsetmiş olduğumuz cinayet ile ilgili yorumlarda da görülebileceği üzere, adli yada polisiye makamların işlerini yeterince yerine getirmediğine inanılan durumdan ötürü, kurbanın yakınlarının ve kamu oyunun büyük bir girişimi söz konusudur. Bu da göstermektedir ki, özneler biosun alanında tekillikleri –iki anlamında da algılanabilir- ile var olabilmektedirler. Bunun yanı sıra öznelerin, kamu oyu önünde görünür hale gelme durumlarında kurdukları cümleler, yine de onları devletin kurumlarına geri bağlamaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak, adalet istiyorum!” cümlesi, devletin kişi üzerindeki hakimiyetini onun kimlik edinimleri üzerinden gerçekleştirdiğini göstermektedir. Peki bu kimlik edinimlerinin çıkış noktaları nelerdir? Devletin, bizim yerimize kurduğu milliyetçilik, ırk, din, cinsiyet ve etnisite bağlamındaki söylemler yada ekonomik verilerden yola çıkılarak yaratılan ayrımlar mı? Tüm bunları zaten yıllardır biliyor ve tartışıyoruz. Peki hepsini bir arada barındıran ve bir tür kimliksizlik haline çıkış sağlayan bir yapıdan söz edilebilir mi?
Ben bu noktada, Agamben’in tekillik kavramını, Bataille’ın İç Deney meselesi eksenli düşünülmesinden yanayım. Kimlikleri oluşturan her özellik, bir iç deney alanı yaratmaktadır. Kişilerin deneyimlemeleri ise, kimlik oluşumunda bir tasarı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktadan bakıldığında, bazı ortak amaçları taşıyan insanların bir araya geldikleri, belli eylemlilikler gösterdikleri ve birbirlerini tamamladıkları yada taklik ettikleri durumlarda bu cemaatlerin oluştuğundan söz edilebilir mi? İç deneyin alanında kalan, ancak yaratmış olduğumuz tekillik ile dışa vurduğumuz her türlü eylem bir süre sonra kendisine bir cemaat oluşturabilir ancak bu cemaatin, bildiğimiz anlamda ahlaki değerlere sahip olması beklenemez, beklenmemelidir. Bu nedenledir ki farklı inanışların sürdürüldüğü ve ırkların yaşadığı bölgelerden, çok farklı cemaatler çıkmaktadır. Henüz düşünce ve yazı aşamasında bile eski kimlikler üzerinden düşünmeden bir çıkarıma gidilememektedir. Çünkü, Hıristiyan dünya ile Müslüman dünyanın iç deney(imleri) arasında çok büyük farklılıklar bulunmakta, bunların doğurduğu krizler de toplumların kendi dinamiklerini aşan sonuçlara varmaktadır. Ne varki, bu iki farklı dünya birbirlerini tehdit eder hale bile getirilmiştir. Şiddetin kim tarafından uygulandığının yanı sıra, kim tarafından beslendiğinin de tartışılması gerekmektedir. Küreselleşmenin en büyük yıkımlarından birisi de burada yaşanıyor gibi görünmektedir. Artık bio-politik dediğimiz olgu, bedenler üzerinde yaratılan şiddetin korkusuna dönüştürülmüştür. Sağlıklı yaşamak, spor yapmak, inançlı olmak yeterli değildir; aynı zamanda bizden olmayanlardan da korunmak gerekmektedir. Çünkü, mutlak kurbanlar bizden başkası değildir.
Toplum dediğimiz zaman temelinde bireyin bulunduğu yapının içinde, bireyin kurban edilme eyleminin –cinayetler, terorist saldırılar vb.- bizde yaratmış olduğu tepkiyi, temelinde bios içinde yaşamaktayız. Bu nedenledir ki, bios’tan gelen ve bizi zoe içinde yakalayan bir korku, bir tür yabancılaşma da doğurur. Öznenin kabul edemediği her şiddet eylemi –modern dünya içerisinde-, şiddeti gerçekleştirenden çok, bunu kabul edemeyeni toplum dışına itmektedir. Yani şiddet “polis” içinde yaşayan bireyi, içselleştirilerek dışlanmaya çalışılan “zoe”sinin de dışına atmaktadır. Çıplak hayat olarak kalan özne, artık kapıya da koyulmuş demektir. Öldürülmese de, bir tür afaroz işlemi görmüştür ve bunu kendi kendisine de yapabilir. Şiddetin yeni tür bulaşıcılığı buradadır. Bu yapı içerisinde şiddetin kabul edilebilir tarafları, terorist olarak gösterilen insanların öldürülmesi –doğrudan cinayet bile olsa-, toplum temelli devlet tarafından meşrulaştırılmaktadır. İktidarın gücünden çıkışın da bireysel ve toplumsal düşünce yapıları sayesinde olamayacağı düşünüldüğünde, şiddetin kabul edilebilir yada edilemez olsun her türlüsünden kaçınmayı imkansız kılmıştır. Egemen, nereden geldiği tartışmalı gücünün temellerini, çıplak hayatının dışına itilmiş, her an şiddete maruz kalabilecek olan bireyilerinden almaktadır ve bu artık sağlıklı bir yapı olarak görünmemektedir. Toplama kamplarına ihtiyaç duyulmadan, artık medya aracılığı ile şiddetin her türlüsüne bulaşmak mümkündür. Buradaki klişeleşmiş bir paradoks ise, bu ‘gösterilen’ şiddetin, toplumu iç şiddetinden kurtarma yönünde değil, onu daha çok şiddete ittiği yolundaki tespitlerdir. Hanna Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramında anlatmak istediği de burayla ilişkilendirilebilir. Amerika’da Orta Doğu’lulara uygulananlar, Türkiye’de azınlıklara yapılmış olanlar ve hala yapılanlar, Dünya’nın bir çok ülkesinde devam eden kıyımlar sürekli olarak birisini birisinden koruduğu yönü ile meşrulaştırılmaktadır.
...tamamen yeni bir siyaset –yani, artık çıplak hayatın exceptio’su [içlenerek dışlanması] üzerine bina edilmeyen bir siyaset- hayat buluncaya dek, bütün teori ve pratiklerin eli kolu bağlı kalacak; ve hayatın “güzel gün”ünün vatandaşlığa kabul edilebilmesi, ya kan ve ölüm aracılığıyla ya da gösteri toplumunun kendisini mahkum ettiği mükemmel anlamsızlık içinde gerçekleşecektir.[3]
Sonuç olarak, şiddet eylemleri, bireysel yada devlet elinden olsun, bizi çıplak hayatımızla sokağa çıkmaya mecbur bırakmaktadır. Her hangi bir dakikada, her hangi bir yerde, ne tür bir şiddete maruz kalabileceğimizin kestirilemez oluşu da, insanın kendi iç deneyimlerini etkilemekte, onu kendi bedeninde yaşanabilecek olan eylemin gerçekliği ile yüzyüze getirmektedir. Bu da yeni tür paranoyak toplum yaratmanın ilk adımı olarak gösterilebilir. Agamben anlamında yeni cemaatlerin kurulmasında da bu tür politikaların ve ahlak türünden temel vicdan eksikliklerinin iktidarın bu yapılara karşı çıkmasında yeni silahlar olduğu da söylenebilir. Bir insan bedeninin tüm kimlik oluşumlarını tek bir noktada değerlendirecek ve sahip çıkacak bir devlet anlayışı olamayacağı gibi, bunu tekillikler anlamında kapsayabilecek ve devamlılık gösterebilecek cemaatlerin de olması bir ütopyadır; ancak burada anlatılmak istenen bu tür cemaatlerin, devlet yapısından daha çok verimli olabilme olasılığıdır. Karşımıza çıkan tek sorun olarak da “zoe” içerisindeki ‘ahlak ve erdem’ –morality- kavramlarının, ortadan kayboluyor olmasındaki sıkıntıdır. Devlet yeni tür politikaları ile bizi çıplak hayatımız ile ortada bırakırken, cemaat fikrinin de bir çıkış sağlamadığı bu ortamda, yeni tür nasıl bir kavram, bize çıkış sağlayabilecektir?
Kaynakça:
Agamben, Giorgio, Kutsal İnsan, Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001
Agamben, Giorgio, The Coming Community, University of Minnesota Press, Minneapolis 2001
Bataille, Georges, İç Deney, Çev: Mehmet Mukadder Yakupoğlu, YKY, İstanbul 2004
Girard, René, Günah Keçisi, Çev: Işık Ergüden, Kanat Kitap, İstanbul 2005
Girard, René, Şiddet ve Kutsal, Çev: Necmiye Alpay, Kanat Kitap, İstanbul 2003
Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi Cilt-I, Ayrıntı Yayınları
[1] Aktaran R. Girard, Kutsal ve Şiddet, s.315
[2] R. Girard, Kutsal ve Şiddet, Kurban, s.19
[3] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan – Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, s.21
bottom of page